Yıldız DOYRAN 1964 yılında Hopa’da doğdu. 1986 yılında Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Abant İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim bölümü’nde araştırma görevliliği görevini yürütürken Yüksek Lisans derecesini aldı. 2002 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde Resim Bölümü’nde Doktora derecesini aldı. Sonra . Abant İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nde Yardımcı Doçent olarak çalıştı. 2006 yılında Doçentlik ünvanını alan Doyran, Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde çalışmaya başladı. Profesörlüğünü Gazi Üniversitesi’nde alan sanatçı, 2014 yılına kadar burada çalıştı. 2014 yılında Düzce Üniversitesi Sanat, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Dekanı olarak çalışmaya başladı. 2024 yılında emekli olarak çalışmalarını atölyesinde devam etmektedir.
Doyran’ın sanatının köklerini doğa ile modernizmden miras kalan postmodern kavramlar beslemektedir. Onun resim, fotoğraf ve enstalasyonlarında sezgi, tecrübe, anlık yaşantıların sonuçlarındaki yoğunlukların ifadesi arandığı görülmektedir. Eserlerinde sürekli olarak kendi kendine yeten insanın doğadaki mücadelesi ve sistemle oluşturduğu varoluş çelişkileri sorgulanmaktadır.
ÇALIŞMALARIM ÜZERİNE
İnsanoğlu çoğu zaman yönetmekle egemen olmayı, denge kurmakla baskı altına almayı birbirine karıştırır. Günümüz insanının en büyük çelişkilerinden biri de dengeli bir birliktelik kuramayışıdır. İnsanlık başlangıçta korktuğu doğayı yönetmeyi öğrendikten sonra O’na egemen olmaya çalıştı. Tıpkı kendi ilişkilerinde günümüze kadar oluşturduğu toplumsal yaşamda ve onun daha sistematik bir şekli olan devlet örgütlenmesinde yaptığı gibi. Oysa ne doğa ne de insan doğası bu çelişkiyi kaldırır. Egemenlik iddiası çoğu zaman bir ekimdir. Ve yaşamı ekmek toprağı ekmek gibidir. Bir gün o topraklarda karşılaştıklarımız bize sonsuz bir tatmin duygusu yaşatacağı gibi hiç düşünmediğimiz bir şekilde şaşırtabilir.
Doğayı sanatımın hammaddesi olarak seçmem, bazen malzemeyi kendi halinde bırakmam, doğa nesnesinin kendi kendisini ifade edebilmesine de olanak tanır. Bir başka açıdan bu, doğa nesnesini yüceltmekte ‘O’na hayat vermektedir. Doğa ile insan arasındaki en temel bağa ulaşmaya yönelik arayışlar, daha çok organik malzemelere olan ilgi ve doğadaki unutulanlara dokunma isteğiyle ilintili…
Doğadan seçilen nesneler benim için zihnime yaptığım bir yolculuk. Çağdaş sanat hem düşünsel hem tinsel anlamda her seferinde yeniden keşfedilen bir duyarlılık alanı. Onun bir parçası olan enstalasyon ise sanatla yaşam arasındaki bağlantıyı sağlamlaştıran yeni sentez yollarıyla yepyeni bir düzende izleyene sunabilme olanaklarını sağlayan bir disiplin. Doğanın tümüyle bir sanat eseri olduğu düşüncesinden hareketle, seçilen nesnelere küçük müdahalelerle sadece eklemlenme çabası benim yaptığım. Sunulan evren ise taştan, süngerden, ağaçtan, bitkiden, tezeklerden, samanlardan oluşturulmuş gerçek doğa nesneleri ile diyaloğa girilen bir yer.
Makro- mikro, parça- bütün ilişkisi, çalışmalarımın temellerini oluşturan kavramlardan. Bu bakış açısı benim yaşamla sanat arasındaki sınırları kaldırışımda ilksel çıkış noktalarımdan biri. Soyut ile somut arasında bir bağ gösterme istenci. Yaşam dediğimiz soyut kavramın, elle tuttuğumuz doğada varoluşu. Doğanın parçalarını soyutlamam, oradan seçtiğim somut nesneleri tek başına sanat nesnesine dönüştürmem rastlantı değil. Çalışmalarımda rastlantısal olan, süreç. Çünkü yaşam boyu seçiyoruz. Küçük parçaları seçip bütünü kurguluyoruz. Bakışımızı çoğu zaman tek bir noktaya odaklayıp o odaktan bir yapı inşa ediyoruz. Ve geriye dönüp baktığımızda geçmiş ile gelecek arasında olduğumuz anda duruyoruz aslında. Kendimi hiçbir zaman bir fotoğraf sanatçısı olarak tanımlamadım ama fotoğrafı kullanmam bu düşüncelerin sonucunda ortaya çıktı. Fotoğraf benim için belli bir bakış açısını, ayrıntıyı, o “an”ı bir anlığına olsa da durdurmak, belgelemek. Ortaya çıkan estetik görüntünün sadece o ana ait olduğunu hissettirmek. Yanından öylesine geçip gittiğimiz, görmediğimiz imgeleri görünür kılmak. Doğanın ve yaşamın oluş haline bir kez daha bakmak.
Hava, su, toprak ilişkisi ve yaşam/ ölüm döngüsü. Yan yana gelen bu kelimeler aslında anlamın kendisi. Malzemeleri keşfedip sanat nesnesine dönüştürdüğümde de atölyeden çıktığımda da bir bütün olarak yolculuğumu kapsayan her şey. Diyalektik sürecin son hali. Çıkış noktasına geri dönüş. Bu ilişki ve döngü zinciri farkındalığın, hissetmenin, hatırlamanın, hatırlatmanın göstergesi benim için. Bize yaşamı veren hava, su, toprak ve onu anlamlandırmamızı sağlayan yaşam /ölüm. Bir sanatçı olarak bu döngüyü sessizce gösterirken sadece kendime buradayım/buradaydım değil tüm bu döngü içinde yer alan izleyiciyi de buradasınız/buradaydınız deme hali.
İnsan varoluş sorununa yanıt ararken zaman zaman dini felsefelere de dayanmıştır. Hümanizm ve bütünün mutluluğu noktasında birleşen Hint, Hıristiyan mistisizmi, Budizm ve Tasavvuf inançlarında Tanrı, insan ruhu, yaşam, ölüm, doğa ve olaylarının mistik açıdan ele alınış biçimleri benzerlik gösterir. Bu bağlamda, içsel enerjiyi açığa çıkarabilmenin yollarını arayan insan varlığı sanatın da özüdür. İnsanın iç yaşantısındaki çalkantılar, huzursuzluklar ve değişimler dolayısıyla sanatını da etkiler. Sanatçıların hayatında maneviyatın ağır bastığı ve tinselliğe duyduğu ilginin arkasında evrenin derinliğine ya da varlıkta derinliğe ulaşabilme istenci yatar.
Hava, su, toprak ilişkisi ve yaşam/ ölüm gibi zıtlıkların tüm çalışmalarımda etkin olması nedeniyle Servi Dizisi, belki de bana ait kutsal mabedimin bekçisi olacak düşüncesi ile girdiğim serüvenlerden biri.
Biz her ne kadar bilincimize sürekli vurgu yapsak da bir yandan sezgilerimizle ilerliyoruz. Doğum her canlı için geçerli ve yaşam içgüdüsü bizi, hep daha verimli olacağımız topraklara sürüklüyor. Aslında yeterince verimli bir yer bulduğumuzda gerçek anlamda yaşamaya başlıyoruz. Benim için o verimli alan doğa ve sanat. Beslendiğim ve ifade ettiğim iki olgu. Her seferinde ayrı ve bir olmak fikrine yeniden dönüyorum. Doğayla bir olmak, onun yaratıcı ve özgür doğasına katılmak, bütün bu yolculuğu daha anlamlı kılıyor.
Yapıtlarımın temeline doğayı koyarken bir yandan kendi içinde mükemmel bir işleyiş sergileyen bu sisteme dikkat çekiyor diğer yandan bir parçası olduğu doğadan koparılmış modern insanın çelişkilerini bu sistem üzerinden irdeliyorum. Düşünebilen canlılar olarak üzerinde en çok durduğumuz yaşam/ölüm gibi karşıt kavramları biraz da bizim algıladığımız anlamlarından arındırarak büyük bir dönüşümün temel ilkelerine indirgiyorum. Bu başka bir açıdan kendimizi kurduğumuz şehirlere hapsedip bağlamından kopardığımız doğayla aramızdaki sınırları biraz daha belirsiz kılma; kendimizle, çevremizle ve bir yaşam formu olan dünyayla nasıl dengeli bir birliktelik oluşturabileceğimizi anlama çabası.
E.YILDIZ DOYRAN