Ben, zengin ve çok uluslu bir genetik mirasın ürünüyüm, bu da bana hiçbir yere bağlı ve ait olmadığımı derin bir şekilde hissettirdi. Atalarım göçebeydi ve sürekli hareket halinde olmak, en derin huzuru bulduğum yerdir. Toplumsal
sistemlerin dayattığı yerleşik yaşam her zaman benim en büyük zorluğum oldu. Ancak, bu durumu dengeleyen
şey renkler ve desenlere olan derin sevgimdir. Desenleri bedenimde taşımayı ve sanat eserlerinde renklerin
canlılığını görmeyi çok seviyorum. Çok küçük yaşta, renklerin canlılar üzerinde ne kadar güçlü bir etki yarattığını ve hayatları nasıl değiştirdiğini fark ettim. Bu farkındalık, düşüncelerimi gerçeğe dönüştürmemde çok önemli oldu.
Görünen şey her zaman algıladığımız şey olmayabilir ve algıladığımız şey de kişiden kişiye değişir. Aslında, asla aynı değildir. Sanatım, sadece benim deneyimlerimi değil, paylaştığımız insanlık yolculuğunun kolektif bir hatırlatıcısıdır.
Lobsterlove aslında duyulması, görülmesi ve hatırlanması gereken güçlü bir çığlıktır. Hem huzur hem de heyecan uyandırabilen genç ama eski bir enerjiyi içinde barındırır. Kırmızı, iştah ve ego, yani "ben buradayım" diyen cesur bir bildirimdir, mavi ise huzuru ve hareketi temsil eder. Bu renklerin kesişim noktaları, hem uyum hem de gerginliği barındıran bir çarpışmadır, bir itme ve çekmedir. Yüzeyi kaplayan epoksi tabakası, bazen yetersiz kalan ama her zaman var olan koruyucu bir kalkan gibidir. Bu eserde, kolektif deneyimimizin özünü yakalamayı, bizi birleştiren ortak iplikleri hatırlatmayı amaçlıyorum. Sanatım, renklerin ve desenlerin kalıcı gücüne bir kanıt niteliğindedir, duyguların ve deneyimlerin dinamik etkileşimini ifade ettiğim bir araçtır.
Lobsterlove ile izleyiciyi, hayatın canlı ve karmaşık dansıyla yüzleşmeye ve kucaklamaya davet ediyorum, mesajının aciliyetini hissetmeye ve sanatsal ifadenin dönüştürücü
gücünü tanımaya davet ediyorum.