1960 yılında Göle’de doğdu. Lisans eğitimini Gazi Üniversitesi Resim Bölümünde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde tamamladı. Doktora sonrası, 2002- 2004 yılları arasında New York Şehir Üniversitesi Hunter Sanat Bölümü’nde “Research Scholar” olarak Amerikan Sanatı ve sanat eğitimi üzerine çalıştı, Günümüz Türk Sanatı konusunda sunumlar gerçekleştirdi. 2004 ve 2012 yıllarında New York’ta iki kişisel açtı.
Yurt içinde 50’den fazla kişisel sergi gerçekleştirdi. Yurt içi ve yurt dışında çok sayıda jürili, çağrılı ve davetli sergide eserleri yer aldı, birçok bienal ve sanat fuarında, ülkemizin tanıtımına yönelik yurt dışında açılan bir çok ‘Türk Sanatı’ sergilerinde eserleriyle yer aldı. 3 defa Birincilik Ödülü kazandığı, Kültür Bakanlığı geleneksel Devlet Resim ve Heykel Sergileri ve DYO resim yarışmaları başta olmak üzere resim alanında 16 defa ödüle layık görüldü.
Çok sayıda sergi kataloğunun yanı sıra; Yazarlığını Jale Erzen, Yahşi Baraz ve Şinası Tek’in yaptığı ilk biyografi kitabı: ‘Doğu Batı Arasında İsmail Ateş’ 2016’da Galeri Baraz Yayınları arasında yayınlandı.
İsmail Ateş’in Ankara Resim ve Heykel Müzesi, PTT Müzesi, Ziraat Bankası koleksiyonu, TPAO koleksiyonu, Merkez Bankası koleksiyonu, Hacettepe Koleksiyonu, Hacettepe Merkez Kütüphanesi, Çırağan Sarayı koleksiyonu, ODTÜ koleksiyonu, Anadolu Üniversitesi koleksiyonu, Hacettepe Sanat Müzesi, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, Kültür Üniversitesi koleksiyonu, Maltepe Üniversitesi Koleksiyonu, Hacettepe Üniversitesi koleksiyonu, Kültür Bakanlığı koleksiyonu, New York Birleşmiş Milletler Türk Merkezi ve birçok özel koleksiyonda yapıtları yer almaktadır. Ayrıca, New York, Amsterdam ve Maastricht Deki bazı özel koleksiyonlarda da eserleri bulunmaktadır.
Prof. Dr. İsmail Ateş, 1985 yılından bu yana, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde görev yapmaktadır.
Manifesto
Resimlerimde, geometrik biçimler ve ince dengeler üzerine kurulu ışık-renk “geçişli düzlemler” aracılığıyla yaşamı; “görünür kılma” çabası vardır. Figür, nesne ve doğa parçalarını inceleyerek boya ile biçimlendirmekten ziyade, renk ve temel formlardan duyulan çoşku ve içsellikle yoğrulmuş bir bilinçle, “boya kutusunun içindekiler” ve rengi özgürce biçimlendirmek beni heyecanlandırıyor. Bu durum, doğadan kopulduğu anlamına gelmez, çünkü: renk ve boya doğanın bir objesi, ben de doğanın ona (doğaya) egemen bir parçasıyım, kopmak istesem de o beni bırakmaz; mevcut olan doğaya karşın “kendi doğamı” oluşturmak istiyorum. Alışagelmiş anlamdaki “konu” önem taşımamaktadır. Tasarı, düşünce, duygu, özlem, tutku, acı, heyecan, düş, umut ve umutsuzluklarımla konu, tarihsel süreç içinde beslenmiş olduğum kültür bakiyesi olarak “kendim” dir. Başlangıçtan bugüne değin bütün sanatçılar, diğer insanlara hep kendilerini anlatmaya çalıştılar, yaygın kanıya karşın sanat: hiçbir dönemde, sadece öyküyü ve ‘fiziki doğa biçimini’ yansıtmayı amaç edinmedi; ancak öykü, nesne ve doğa görünümü de yaşama ve evrene dair bütün diğer ögeler gibi sanatçının kendisini ifade etmesine araç oldu. Günümüz bilgi toplumunda; sonsuz versiyonlarda görüntü üretebilen kameralarla, görüntü bombardımanı altındaki sanatçının bu araçlara yaşamsal gereksinimi yoktur. “Doğayı tanımanın gururuyla” yeni, farklı ve özgürce biçimlendirmelere gereksinim duyulmaktadır. Doğa ve yaşamdan kaynaklanan “resim sanatı” da “müzik” ve “mimarlık” gibi öyküden ve betimlemeden arındırılarak, asıl ögeleri olan renk ve “resimsel biçim” ile oluşturulabilmelidir. Resimsel biçim: renk, doku, çizgi, leke, benek, geçişli düzlem gibi tüm ögeleri de içinde taşır ve onlardan oluşur. En saf ve en dolaysız biçimler ise geometrik biçimlerdir. ‘Soyutlama ve Özdeşleyim’ adlı doktora teziyle, son iki yüz yılın sanatını büyük ölçüde etkilemiş olan W. Worringer: “Geometrik bakımdan düzenli biçimler bir haz objesidir, çünkü onların bir bütün olarak kavranması ruhumuz için doğaldır ya da belli ölçüde onlar ruhun doğasından ve özünden olan bir özellik gösterirler” der. Böyle olmakla birlikte; resimlerimde üçgen, dörtgen ya da dikey-yatay şerit kullanmaya ilişkin bir koşullanma yoktur. 1980`li yıllardaki ilk soyut resimlerimden itibaren; geometrik biçimlerin uçları arasında titreşen geçişli düzlemler; yoğun konsantrasyon anlarında boya ile bir tür “oyun” oynama ve çetin didişmeler sonucunda oluşmuşlardır. Kesintisiz araştırmalar sonucunda oluşan ve doğadaki hiç bir şeye benzemeyen bu çalışmalardan estetik haz duyulması nedeniyle, zamanla onları daha ciddi biçimde ele almak gereksinimi doğmuştur. Beni oyaladığı, rahatlattığı bir bakıma “sığınma odakları” oluşturdukları ve yaşama daha sıkı bağladıkları için bu yöndeki çabalarımı sürprizlere açık bir biçimde ısrarla yıllarca sürdürdüm. Geçen yüzyılın ünlü sanat düşünürü E.H.Gombrich, çağımız sanatçısının nesneler yaratma isteğine değinirken: “Sözü edilen şey (nesne) ne denli ustalıklı olursa olsun gerçek bir nesnenin bir kopyası değildir: ne de, ne denli bilgece olursa olsun, bir süslemedir. Her ikisinden de daha uygun ve dayanıklı bir şeydir: Sanatçının, bizim günlük yaşantımızın köhne nesnelerinden daha gerçek olduğunu duyumsadığı bir şey. Bu kafa yapısını anlayabilmek için, kendi çocukluğumuzu, tuğla veya kumla bir şeyler yaratığımıza inandığımız zamanı, bir süpürge sopasını büyülü bir değneğe veya birkaç taş parçasını düşsel bir şatoya dönüştürdüğümüz günleri anımsamalıyız” der.